Sinema ve kendini bulmak üzerine

Yayın Tarihi: 12.05.2020
Dokun (2012) Kısa Film setinden bir kare.

Sinema benim için izleyici olmanın ötesinde bir kaçış noktası olmuştu. Pahalı bir hobi. Hem zaman hem para yiyordu. Ancak daha sonra benim için yeni bir iletişim yolu oldu, söyleyemediklerimi anlatabiliyordum. Açık bir itirafımdır, "Basit" adlı kısa filmimi eski bir sevgiliye özür mahiyetinde çekmişimdir (ve sanırım izlemiştir çünkü zamanında Cine 5 ekranlarındaki kısa film programında yayınlanmış ve çok sükse yapmıştı).

Artık sinema yapmıyorum. Belki ileride olur olmaz, bilemem. Ancak şimdi düşünüyorum da, eskiden film yapmayı pek anlamadığımı fark ediyorum. Salt görüntü üzerine çalışmışız. Stil ve görsellik ön plana düşmüş çalışmalarımızda. Filmi daha sinemasal yapmak için ne gerekiyorsa yapmışız; ekranı 16:9 formatına dönüştürmek, renkleri kısmak, mümkünse arka planı bulanıklaştırmak, kontrasa abanmak vs vs. İçeriğe hiç puan vermemişiz. Sırf makyaj!

Az önce Netflix harikası Unorthodox'u bitirdikten sonra oluştu bu cümleler kafamda. Adamlar (gerçi dizinin çekirdek kadrosu kadınlardan oluşuyor ama bu paradoksu da size bırakıyorum) hem muhteşem bir hikaye ortaya çıkarmışlar hem de o hikayeyi çok ustaca anlatmışlar. Kıskanmadım desem yalan olur.

Çektiğim tüm kısa filmlerimin senaryosu bana aitti ve kısa filmin tanımına uymayan senaryolar yazardım. Uzun replikler, daha uzun olay örgüsü. Ne kadar aptalmışım! Çok kızıyorum kendime. Madem işim buydu, bir hikaye anlatmak, önce bir oku öğren di mi? Gerçi film kuramları, kamera estetiği gibi kitapları devirdik, yönetmenlerin film yapma anlatılarını izledik ama bundan daha fazlasını yapmadık. Zamanında Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi bir abimiz vardı, bizim gibi gençlere çok güzel bir fikir vermişti taa o zamanlar (sene 2003 falan);

"Senaryoyu boşverin. Bir kelime/sıfat bulun ve onu anlatmaya çalışın. Mümkün olan en kısa sürede." Mesela "barış" kelimesi, ya da "eski" sözcüğü. "Kırmızı"yı anlatmalıydık belki de Kieslowski kadar olmasa da.

Bu yaklaşım hayatımıza da yansımış, içerikten çok görselliğe vermişiz önemi. Ne dinleyen var ne de konuşan. Varsa yoksa görüntü olmuş bizim için önemli olan. Küpe mi takıyor, kesin kedi de kesiyordur. Mor ojesi mi var, feministin önde gidenidir gibi. Ben Antalya'da cuma namazı kılarken önümde buldum Metallica tişörtlü, küpeli ve uzun saçlı müslüman genci.

İşte diziyi izlerken tüm bu cümleler ve daha fazlası hızla geçti kafamdan. Belki de biz, bize verilen cümleler içinde yaşıyorduk hayatı. Belki de piyano çalmamalıydık çünkü maviydi belki de rengimiz. Gerçek içeriği beni ilgilendirmiyorsa neden sinema yapmaya devam ettim ki? Gerçekten ben mi istemiştim bunu? Yoksa o da mı bir ilüzyondan ibaretti benim için? Hiçbir zaman bilemeyeceğim sanırım.

Konuyu toparlayayım. Sinema üzerinden aslında içeriğe ne kadar önem ver(me)diğimizi anlatmak istedim. Zira, özüne değer verdiğimiz kaç şeyi hayatımıza katıyoruz ki? Ve hayatımızda olanların kaçı gerçekten bizi tanımlıyor? Aldığı kıyafeti kendi için almak ile sevdiği kişi için almak arasındaki farkı daha erken yaşta anlayabilenlere selam olsun. İyi geceler. (biterken /01:13/ çalıyordu)

Erhan

Yorumlar

  1. Reklam'lar bu yüzden kısa film ile kıyaslanabiliyorlar. Ne kadar kısa sürede 'konu'yu ne kadar iyi anlattığındır her ikisi de. Eğer konu yoksa, ortadaki yapım şakadır, denemedir, kendi kendine eylenmektir. Konulu önemli (:

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sinemada film yapımı üç ayaklı tripoda benzetilir ve bu ayaklardan birisi senaryo/hikayedir. Ben iki ayaklı tripod görmedim hiç :)

      Sil

Yorum Gönder